Ingmar Bergman ile Haçlı Şövalyesini
Anlamak Ölüm, Dans ve Tanrı Üzerine
İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır, karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.
Tarihte çoğu kez din
teması üzerinden savaşlar yapılmıştır. Belli bir inanışın, toplumlar için en
doğru inanç olduğunun kabullendirilmeye çalışıldığını ve bu inanç için ordular
kurulduğunu, savaşlar yapıldığını hepimiz tarih kitaplarında okumuşuzdur.
Din savaşlarının ilki olarak nitelendireceğimiz Haçlı
Seferleri, belli bir medeniyetin uyanışına, ticaretin gelişmesine aynı zamanda
kültürlerin farklı yaşayış şekillerinden haberdar olmasını sağlamıştır. Peki kimdir bu Haçlılar? Temelde , XI.
yüzyılın sonlarında Avrupa dünyasının “Kudüs’ü kurtarma” sloganı ile, Türkleri
Anadolu’dan atmak ve bütün Ortadoğu’yu ele geçirmek için başlattığı siyasi
amaçlı askeri harekata katılanlara verilen addır ( aslında Haçlı ordusu
günümüzde bu hedefinin bir kısmına ulaşmış gibi). Ayrıca bu seferlere
katılanlara giysilerinin üzerinde haç işareti taşıdıkları için bu isim
verilmiştir. 1096 yılında başlayan Haçlı seferleri, 1921’de Latin
Hristiyanların Doğu’da son merkezi olan Akka’dan çıkarılmasına kadar yaklaşık
iki yüzyıllık bir dönemi kapsamaktadır. Bu dönem içerisinde dokuz büyük sefer
yapılmıştır. Daha sonra Türk İslam dünyasına karşı yapılan bütün savaşlar da
Haçlı seferleri olarak değerlendirilmiştir. Seferlerin doğuş kısmı çoğu tarihçi
tarafından din temalı olarak değerlendirilmiştir. Fakat dönemin Ortaçağ Avrupa
toplumunu seferlere zorlayan unsurlar arasında siyasi, sosyal ve ekonomik
sebeplerde bulunmaktadır. Bakınız: açlık, yoksulluk ve toprak azlığı gibi
sebeplerde seferi tetikleyen unsurlar arasında sayılmaktadır.
Bu hareketin başlamasına öncülük eden kilise, Doğu’ya
yapılacak bir seferin sağlayacağı faydaları topluma yayarken dini motifi ana
etken olarak kullanmıştır. Haçlı seferlerine katılanlara günahlarının affını ve
uhrevi mükafat vaad eden kilisenin siyasi amacını gerçekleştirmek için dini kullandığı
apaçık ortadadır (sezaropopizm kavramının işleyişini, bu tanımda görmekteyiz).
Ingmar Bergman, tam bu noktada bir şövalyenin hislerini bize Yedinci Mühür
filmi ile aktarıyor. Haçlı seferi için yola çıkacak olan şövalye ne için
savaştığının anlamsızlığı arasında Tanrı’ya olan gerçek hisleriyle baş başa
kalarak, Azrail ile anlaşma yoluna gidecektir. Bu anlaşma sırasında “kutsal
topraklar kurtarmak” için girdiği savaşta inancı ile başbaşa kalarak şu sözleri
söylediğine şahit olmaktayız. Bilgi
istiyorum, inanç değil, varsayımlar değil, bilgi. Tanrı, elini bana doğru
uzatsın, kendini açığa vurup benimle konuşsun istiyorum. ..
Ölüm ekolünün işlendiği bu filmde
şövalyenin görevini tamamlama kısmındaki endişesinin Tanrıya ve ölüme olan
korkusundan olmadığını, ölümü korku veya karanlık olarak tanımladığını ve bir
bilgi edinme arayışında bulunarak Azrail ile anlaşma yaptığını anlıyoruz. Bu
esnada karşılaştığı her yüzde, her sanat eserinde ölümü ve Tanrı’yı arayacak
olan şövalye, insanlar üzerinden ölümü
tekrar tanımlamaya başlayacak ve her insanda farklı manalara ulaşacaktır.
Ortaçağ Avrupası’nın korkunç yüzüyle karşılaştığında ise, sorunu olan her
insanın günahkar ve şeytan etiketiyle yaftalandığına şahit olacak, ölümü artık
korku ile tanımlamaya başlayacaktır. Başka bir insanın yüzündeki inancı
gördüğünde onu bir kavuşma olarak nitelendirecek. Ve en nihayetinde herkes gibi
o da ölüme kavuşacaktır. Kavuştuğu gün ölüme karşı hissettiği korku ve karanlık,
yüzüne tam tersi bir gülümseme olarak yansıyacaktır.

Peki, inançlarıyla kandırılmış olan
bir topluluğun tam da savaş esnasında bunları sorgulamaya başlaması ve asıl unvanının
aksine hareketler sergilemesi kimin suçu? Din temelli yapılan propagandaların
artık kapalı kapılar ardında siyasi temel güttüğünü hepimiz biliyoruz. Fakat
günümüzde bile(aradan kaç yüzyıl geçmesine rağmen) dinin bir itici güç olarak
kullanılması, insanların kafalarına her şeyin günah ve yasak olarak işlenmesi,
insanları daha ahlaklı, daha erdemli bireyler haline mi getiriyor? Bu dönemi
ele aldığımızda, din perdesi arkasına saklanan toplumun, ahlak anlayışına uymayan
sorunları beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Ölümü ve Tanrı’yı yalnızca korku
ve karanlık olarak tanıtan bir toplum… oysaki dinin temelinde ölüm bir
kavuşmadan ibarettir. Kullanılan itici güç ile akıllara yalnızca bu diyalog
gelecektir;
Şövalye: -
Karanlıkta ona doğru haykırıyorum, ama sanki hiç kimse yok orada.
Ölüm: - Hiç kimse yok belki de.
Şövalye: - Yaşamak iğrenç bir korku öyleyse.
Kimse ölümün karşısında her şeyin bir hiç olduğunu bile bile yaşayamaz.
Ölüm: - İnsanların çoğu ölüm ya da yaşamın
boşluğu üzerine kafa yormaz ki.
Şövalye: - Ama bir gün yaşantının o son anına
varıp, karanlığa doğru bakmak zorunda kalacaklar.
Ölüm: - O gün geldiğinde...
Şövalye: - Korku içindeyken bir görüntü
yaratırız, sonra o görüntüye Tanrı deriz.
Umut edelim din
kollarına vurulan kelepçelerden kurtularak asıl anlamına ulaşsın, şimdi ve
gelecekte…
Etiketler: Elestiri