"Kapıda durup iki yaşlı insanın birlikteliğine baktım. Ayrılmaları
gereken gizemli noktaya yavaş yavaş yaklaşmalarına. Şerefi ve tevazuyu gördüm ve bir an için, sevginin her şeyi kapladığını
fark ettim.
Hatta ölümü bile."
(Yüz Yüze, Ingmar Bergman)
Farklı kültüre, dine, yaşayış şekline, geleneğe sahip bireylerle,
topluluklarla yıllardır birlikte yaşamaktayız.
Küreselleşmeyle birlikte herkes herkesi tanıyor hatta kültürlerini
paylaşabiliyor. Sosyal medyanın gücü en çok küreselleşme kavramı ile
ölçülebiliyor. Bugün hiç tanımadığınız bir milletin vatandaşının günlük
yaşantısını, o şehri tanıtan Youtuberlar sayesinde kolaylıkla öğrenebilmekteyiz.
Merak ettiğiniz dünyaya sanal bir yolculuk!
Ancak tüm bu sanal gerçekliğin, yalnızca mutlu olmaya odaklanmışlık ile
bağdaştırılması, insanların gerçek acılarının paylaşılmaması gibi durumlar,
çoğu insanı kendi yaşamını sorgulamaya itmiştir. Toplum olarak istediği işi
yapamayan, ürettiği alanda yaratıcı potansiyeli bastırılmış bireyler topluma
zaten yabancı hale gelirken, gerçeğe uzak insani ilişkilerin yapay bir gerçeklikle
sunulması insanları hem topluma hem de yakın ilişkilerine karşı
yabancılaştırmıştır. Sosyal medya yalnızca klavyedeki ilişkileri
güçlendirmiştir. Sadece kamera karşısında konuşabilen, bencil, yaşadığı topluma
ve kendisine bir şeyler katmayan ve büründüğü etiketle yaşayan, matruşka
bebekleri gibi çoğalan bir yalnızlıkla yaşamayı miras zanneden bu topluma
hepiniz hoşgeldiniz!
Ingmar Bergman, 1966 yılında insanın kendi yalnızlığını, neden yalnız
kaldığını, kendisiyle ve çevresiyle olan hesaplaşmasını, insanlara yapıştırılan
etiketlerin ileride hangi pürüzlere yol açacağını büyük bir ustalıkla anlattığı
Persona filminde, bir kadının kendi yalnızlığını, kendisiyle hesaplaşarak
çözmeye çalıştığına şahit oluyoruz.
İnsanı, insan yapan sorular nelerdir? Tüm yaşamını bir şeye adamak mı? O
adanmışlık ve inanmışlık uğrunda amaca ilerleyen yolda her şeye göğüs germek
mi? Bir fikre inatla tutunmak mı? Başkalarına bir mana ifade etmek ve bu
şekilde ölmek mi? Nedir insan olmak?
VAR GİBİ OLMAK DEĞİL, VAR OLMAK DEĞİL MİDİR, İNSAN OLMAK.
Tüm bu sahte insan ilişkilerinin arkasında sessizliğe ve yalnızlığa bürünen
insanlar, aslında neyi arkalarında bırakmış oluyorlar. Ya da hangi role
bürünüyorlar. Bu bağlamda toplumun aslında milyonlarca oyuncu yetiştirdiği iddiasında
bulunsak yanılmış olmayız. Her gün anlaşılamayan, -söylediği sözün hiçbir
kıymeti yokmuş gibi- dinlenilmeyen, yaptığı işte teşvik edilmeyen, birazcık
bile olsa cinsiyet eşitliği gösterilmeyen bireylerin, her gün tam tersi
oluyormuşcasına güne başlamaları, bir umut değil, oyunculuktur. Filmdeki karakterimiz
kendi iç hesaplaşmasında da bu durumdan öykünmektedir. “Benim anlamadığımı mı
sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil,
var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki
varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma... Baş dönmesi ve gerçek yüzünün
açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta
belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca
bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama
hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez.
Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç
farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama
gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil.
Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse
gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan
mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada
bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni
anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve
hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman
bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş
bırakırsın.” Sahi, bir insanın en fazla kaç yüzü olabilir?

Gerçekten selametle yaşamak için böyle mi olması gerekiyor? Yalan
söylememek, doğruyu söylemek, doğru ses tonunu bulmak, böyle yaşanılamaz mı?
Peki, özgürce konuşmadan
yaşayabilir miyiz? Yalan söylemeden, sözü saptırmadan, bahaneler bulmadan…” İçimizde
taşıdığımız bu kaygılar, umutsuz düşlerimiz, açıklanamaz zulüm,yok olma
korkumuz, dünyevi koşullarımızın farkına varmış olmamız, selamet umudumuzu daha
belirginleştiriyor. İnancımızın ve kuşkumuzun geceki haykırışları
perişanlığımızın ve ürkütücü farkındalığımızın en korkunç kanıtları oluyor.” Bu
sebeple kendimizi, ilişkilerimizi, yaşadığımız toplumu, düşüncelerimizi
içimizde biriktirdiğimiz sessiz yalnızlığımızla birer yabancı haline getiriyoruz.
Susturulamayan, birden fazla yüzü olan bir yalnızlık!
Etiketler: Elestiri, Filmler, Guncel, İnceleme